Sayfalar

21 Eylül 2018 Cuma

Güçlü yeşil

Hiç denemediğin bir şeyi denemek nasıl güzel bir şey. Deneyimlenenler senin yaşantınla birleştiğinde, yoğrulduğunda nasıl da anlam kazanıyor ve nasıl da daha etkileyici oluyor. Dün Arya'nın okulunun veli buluşması vardı, sadece velilerin olduğu, okulda bir gün içinde çocuklar neler yapıyor onun anlatıldığı ve elbette bir kısmının bizzat uyguladığımız bir buluşma :) Okula dair yazacak oldukça şey var ama beni dün kalbimden vuran, içimi sızlatan ve aydınlatan bir şey yaptık dün hep beraber. İsmi ıslak üstüne ıslak :)

Daha önce bir video paylaşmıştım, sağlıklı hücrelerin kanser hücreleri ile savaşını gösteren, hatta kendimi tutamayıp ağlamıştım. İzlemek isteyenler için 👇👇



Videoda kırmızı görünenler sağlıklı ve katil T hücreleriymiş ve mavi görünenler de kanserli ya da sağlıksız hücre. Kanser hücreleri dışarıdan vücudumuza giren hücreler olmadığından bazen T hücreleri tarafından görünemiyormuş. O zaman aklımdan geçenler çok türlü türlüydü. Sadece videoyu izleyip yazıyı okumadan önce inanılmaz bir öfke hissettim. İnsan hücrelere öfkelenir mi ben öfkelendim. Neden annemin ve babamın hücreleri savaşamamıştı diye kızdım onlara. Sonrasında böyle bir gülümseme geldi yüzüme, annemin "şimdi içeride savaşıyorlar gibi hissediyorum" dediğini hatırladım, gerçekten göz görülemeyen ama görüntülenebilen bir savaş varmış dedim. Sonra onların sağlıklı hücrelerinin de ya da T hücrelerinin de yorgun olabileceğini düşündüm, "her zaman iyilik galip gelecek değildi ya" dedim ve affettim o hücreleri :) 

Günler sonra beni tekrar bu konuya döndüren şey işte yukarıda, başta bahsettiğim ıslak üstüne ıslak diye adlandırılan bir etkinlik.Waldorf pedagojisinde bir anlamı var elbette ama benim yaşadıklarım, düşündüklerim, yüklediğim anlam o anlamdan daha kıymetliydi gözümde. Üç renk vermişlerdi, serbest bir şeyler yapmak için. Mantığı şu, ıslak 200 gramlık kağıdın üzerine sulandırılmış boya ile resim yapıyorsun.  Benim yaptığım şu şekildeydi 👇👇



İlk başladığımda öylesine sadece sarı bir eğri çizdim, sonra baktım üstüne mavi boyayla noktalar kondurmuşum, o ana kadar hiç bir şey düşünmemiştim. Sonra o mavinin sarı üstünde dağılımının inanılmaz büyüleyici olduğunu fark ettim. Yere düşen bir camın bir anda nasıl tuzla buz olduğunu göremezsiniz ya tam da o anı gösteriyordu. Kağıda dokunduğu anda sanki patlama yaşanıyor gibiydi. Önce hızla ilerliyor kağıdın damarlarında sonra hız kesiyordu bir noktada fark edilemeyecek hıza düşüyordu ilerleyişi, kuruyana kadar. Maviler bende üstte videodaki kötü hücreleri çağrıştırdı o an, ve yanına bir de kırmızı koyma gereği duydum ben de. İçten içe istiyordum ki kırmızılar mavileri yensin, dağıtsın, yok etsin. Sonra kırmızıları izledim,sarının üzerinde nasıl dağıldığını, maviye denk geldiğinde bir anlık hız kestiğini, sonra ona karışmaya başladığını. Hayır biri galip gelmiyordu, bir noktada karışıyorlar, bazı yerleri ise kendi renginde kalmaya devam ediyorlardı. Tam o anda hayat aklıma geldi, işte bu tam da hayat gibiydi. 

Ölümler, evlenmeler, çocuk sahibi olmalar, boşanmalar, şehir değiştirmeler ya da o an iyi/kötü diye tabir ettiğimiz durum her ne ise ondan sonraki hayatımız gibi. Bizde bıraktığı iz açısından geri döndürülemez ama bize yeni bir yol sunan hayat gibi. Mavi değil, kırmızı değil ama yeşil. Hem de güçlü bir yeşil, hem maviden hem kırmızıdan beslenen bir yeşil. 


19 Eylül 2018 Çarşamba

Çayınızı ne zaman alırsınız?


Ailemizden öğrendiklerimiz, onlar gittiklerinde bize miras kalıyor. En çok kızdığımız özelliklerini bir bakışımızda, minik bir düşüncemizde ya da duruşumuzda yakalıyoruz. Pes edişleri, ha gayret diyerek tekrar yola koyuluşları ya da sessizlikle kabul edişleri ama aslında içten çığlıkları. Benim de bolca mirasım var bana kalan. En fark edileni çözüme kendi kendime gitme çabam ve he deyip kendi bildiğimi yapmak için uğraşmam. Sorunlarla nasıl başa çıkarsınız? Kaçarak, üstüne giderek, görmezden gelerek ya da başka birine yükleyerek? Ben önceden azıcık kendimi dinleyerek, bolca çözüme odaklanarak, yeniden planlayarak halletmeye çalışıyordum. Bu da benim miraslarımdan biriydi çünkü. Ancak bir noktada artık bunun oldukça yorucu olduğunu fark etmeye başladım. Yardım almak ya da pes etmek de bir seçenek olabilir en azından, bunu kabul ediyorum. Genelde yardım istediğim anları gözümde canlandırdığımda bu anların hep fiziksel bir işte, duygusal desteğe ihtiyacım olduğu anlar olduğunu görüyorum. Dolayısıyla bu noktada yardım alarak işi çözmek beni epey rahatlatıyor. Diğer seçenek ise vazgeçmek, ben pes etmek diyordum önceden sonradan bir hocamın söylemesiyle vazgeçmek demeye başladım. Aynı şeymiş gibi düşünüyordum başta ama anlıyorum ki değil yani en azından hissettirdiği duygu aynı değil. Bunlar özel bir çaba sarf etmeden bana kalan miraslarım, hepsinin yeri, hatırlattıkları bambaşka ama bunlardan başka bir de onların sevdiğim yönlerini kendime miras edindiklerim var.


Hatırlıyorum bir dönem annem sabah hepimizden erken kalkıp kendine bir demlik çay demleyip sessizlikte içerdi o çayı.Sonradan çok sevdiğim biri bana "böylelikle kendine zaman ayırıyor" diyene kadar anlam verememiştim. Yani uyumak varken neden kalksın ki insan, zaten önünde kocaman bir gün var diye düşünürdüm. Şimdi anne olduğum yerden baktığımda insanın kendine ayırdığı o zamanın ne kadar kıymetli olduğunu defalarca deneyimliyorum ve artık daha iyi anlıyorum. Ancak hala anlam veremediğim ve hatta üzüldüğüm şeyler var bu durumla ilgili. Bugün ben kızım oyun oynarken de -ki bu ancak 3,75 yaşına geldiğinde kurabildiğim bir cümle oldu- bir yolunu bulup, ev işi yapmadan sadece kendime vakit ayırabiliyorken gerçekten anneme bu şansı hiç vermemiş miyiz? Sanırım bu üç kardeş olarak pek mümkün değil. Yani üç kardeşseniz tek çocuğa göre oynayabilecek çok oyununuz vardır. O zaman sebebi üç kardeş olmak olamaz. Bu durumda belki de üç çocuk annesiyseniz tek çocuk annesine göre kendinize ayıracak daha az zamanınız kalıyor da olabilir :)  Biraz daha büyüdüğümde annemle herkesten ayrı, yalnız vakit geçirmek için ben de saati kurup kalkardım. Hatta bazen ondan erken kalkıp çayını bile hazırlardım. Sabah hazır çaya uyanmanın mutluluk verici bir şey olduğunu o zamanlar anladım ve belki de o nedenle çok keyif alırım uyandığımda hazır çay kahve bulmaktan. Sonrasında da çayına, sohbetine ortak olur, kimsenin duymadıklarını, görmediklerini anlatırdım. Belki bencillikte belki onun kendine ayırdığı o zamandan çalıyordum ama kendisinin öyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Düşünmüyordur da ama istemiş ve o da öyle bir yol bulmuş kendine, yalnız kalabilmek için.

Çocuk olarak durduğum yerde annenin özel zamana ihtiyacı olduğunu anlamam neredeyse lise yıllarıma denk geliyor, anne olarak durduğum yerde ise insanın aslında hayatı boyunca o özel alana ihtiyacı olduğunu görebiliyorum. Bunu anne olduğumda görebilmemin elbette tek nedeni var, çünkü başka birinin sorumluluğunu bu denli aldığım başka bir an yok. Kendinize bekarken ya da çocuk sahibi değilken daha kolay alan yaratabiliyoruz ancak çocuktan sonra biraz daha çaba sarf etmek gerekiyor. Şansım erken uyuyan bir çocuk, annem gibi kalkıp çay keyfi yapamama nedenim de o erken uyuyan çocuğun bir o kadar erken uyanması :) ve ondan daha erken uyanamayan bir anne olmam. İşte o nedenle ben, o daha bebekken bile öğle uykusu, babasıyla dışarı çıkması ya da oyun oynamaları gibi zamanlarda “o uyurken ya da fırsatın varken sen de uyu, o zaman dinlenirsin” cümlesini “o uyurken yap kendine bir çay/kahve, kitap oku/dizi izle ya da öylece otur” diye uyarladım, herkese de hep aynı tavsiyede bulundum. Bu benim annemden miras kendime alan yaratma şeklim :)


10 Eylül 2018 Pazartesi

Ben-cilsiniz

Bencillik öğrenilen bir şey mi, yoksa bazı insanlar bencil mi doğuyor? Bu, haftasonu sıklıkla aklıma geldi hatta gerçekten anlam veremediğim anlar oldu. 2-5 yaş aralığında bir çocuğa sahip olan herkes bilir ki ergenlikte olduğu gibi o dönemde de tüm dünya onlar için vardır, sizin bir şey istediğiniz anlarda onların hep daha öncelikli söyleyecekleri, yapacakları vardır. Siz bir şey söylersiniz ama o an çok önemli işleri vardır ve siz her koşulda önce onun istediğini yerine getirmeli ve o dinlenmelidir. Uzman değilim ama 3,5 yaşında bir kızım var :) oradan az çok çıkarabiliyorum. 
senin dediğim gibi deeel benim dedim gibi :)
O da benim dediğim gibi olacak
benim beni ben be b :)
Bu yaz fena (burada mütevazı davranıyorum) tatil yapmadık, çünkü leyleği hava gördük gerçekten. Biz de hakkını verelim dedik. Gittiğimiz her yerde benzer şeylerle karşılaştık, defalarca nasıl olur dedik, oturduk üstüne konuştuk zaman zaman ama yine de elbette hiç bir şey yapamadık. Ama tüm bu gözlemler ve konuşmalar bana şunu dedirtti, bencillik ya da ismi her neyse, kesinlikle öğrenilen bir şey. İnsanın, özgürlüklerin sadece kendisi için  var olduğunu sanması, iş başkasının özgürlüğü olduğunda gözlerinin kör, kulaklarının sağır olması ve hatta agresifleşmesi... Bunlar doğuştan gelemez, bunu bebekliğe indirgemek küçüçük bebeklere yapılabilecek büyük haksızlıklardan olsa gerek. Pek çok filozof ve bilim adamı, insanın doğuştan bencil olduğunu belirtmiş hatta bunu hayvanların doğada kalma iç güdüsüne ya da üremeye dayandırmışlardır. Ayrıca Tıp dünyasında da insan beyninde "bencil" ya da "fedakar" olup olmamayı gösteren bölümler olduğu belirlenmiş. Dolayısıyla ortada bu kadar bilimsel bilgi varken  belki şöyle denilebilir, bencillik genetiktir ya da insan doğası gereğidir ama bencil olmamak öğrenilebilir, öğretilebilir. Bazı yerlerde bencil olmanın sadece kendini düşünmek değil önce kendini düşünmek olduğu yazıyor ama bence ikisi aynı şey hemen hemen. Benzer şekilde bencil olmamanın karşılığı benim için fedakar ya da önce başkalarını düşünmek demek değil. 

Ben hatırlıyorum, küçükken hep istediklerim hemen olsun isteyen bir çocuktum. Mesela paten istedim bir gün annemden, annem o an almadığı için çarşı ortasında onun yanından gitmiştim. Nereye gidecektiysem:), gidip otobüs durağında öyle oturmuştum gelsin diye. İnsan yaşattığını yaşamadan ölmezmiş diye bir şey var mı bilmiyorum ama eğer varsa benim çekeceğim çok. Tüm bunlara rağmen annem hep ne kadar uyumlu olduğumuzu anlatırdı. Bugün Arya büyürken anlıyorum ki o zamanlar uyum dediği şey aslında anne/baba ve çocuk arasında olanlar değil de çocuğun toplum içindeki davranışlarıymış. İşte bencil olmamayı öğrenmek de tam bu noktada devreye giriyor. Toplum içinde hepimizin edindiği yer bir diğerinden farklı değil ya da birimiz diğerinden daha az değerli değiliz. Aslında çocuğa başlı başına bunun öğretilmesi ya da hadi öğretmek demeyelim de fark ettirilmesi ona bencil olmamanın öğretilmesi demek. Elbette böyle büyük cümlelerle bir şey anlatmanıza gerek yok. Yaptıklarınızla, arada uyardıklarınızla çok rahat veriyorsunuz bu mesajı. Her çocuk aynı da değil kimi bu mesajı 2 yaşında kimi 5 yaşında alıyor. İşin kesin olan tek kısmı siz o mesajı vermeye istekliyseniz ve bunun için uğraşırsanız çocuğunuz mutlaka alıyor. 

Gece yarısı 1.30 da eğer biri çadırının kazıklarını çakıyorsa ya da saat 03.00 olağan sesiyle konuşup hemen dibindeki çadırda uyuyan onlarca insanı yok sayıyorsa bu işte gerçek anlamda bir gariplik var demektir ve bu noktada "aman bencillik insanoğlunun doğası gereği" demek ve tüm ihaleyi genlere yüklemek çok da anlamlı değil. Eğer ben 3,5 yaşındaki kızıma sabah 7.30 da sessiz konuşması gerektiğini anlatıyor ve ondan saygı, empati bekliyorsam 25 yaşındakilerden de aynı şeyi bekleyebilirim bence. Bizde durum şuna döndü; akşam otururken milletin konuşmalarını duy, gece birilerinin işgüzarlığından uyuyama ama sabah o birileri uyanmasın diye sessiz ol. Sessiz olmak durumundayız çünkü diğeri saygısızlık ve senin yaptığın saygısızlık sadece geceki insanları da etkilemiyor ki zaten saygının koşullu olduğunu da kabul etmiyorum. Belki konfor istiyorsan otele gitmek lazım diye düşünenler çıkacaktır ama burada beklenenin konfor olmadığını anlamamak biraz art niyet olur sanırım. Üstelik bu benim tek örneğim değil, toplu taşıma araçlarında başkasının özel hayatını duymak, girdiğin tuvaleti pis bırakmak ya da toplu halde bir şeyler izlerken birinin önünde ayakta durmak ve yoksaymak gibi daha öncede saydığım (bknz tık tık) başka şeyler de var elbette.  İşte bunların hepsi o bencil olmamayı öğrenmemekten, aynı 2-5 yaş aralığındaki çocuklar gibi önce benim dediğim, hep benim dediğim demekten. Eldeki çöpü dışarı atmanın altındaki en temel düşüncenin "nasılsa biz temizlemeyeceğiz" olduğuna eminim artık. 

Yukarıda da yazdım ya küçüklüğümle ilgili, biz hep tüm insanların çok değerli, her mesleğin önemli olduğunu duya duya büyüdük. Dolayısıyla da ben göreyim başka birinin görüp görememesi önemli değil ya da nasılsa şehirde çöpleri toplayan biri var diye de düşünmedik, yeri geldi en çok da birbirimizi  eleştirdik düzeltmek için. Çocuk bağırır ya da çok yüksek sesle konuşur, çocuk çöpünü yere de atar, çocuk başkasının oyuncağını elinden de çeker, iş bu noktada kimin nasıl davrandığında. Üstelik her zaman söylemenize de gerek olmayabilir. Siz sessiz konuşursanız, siz çöpü cebinize koyup çöpe atarsanız, siz özür dileyip izin isterseniz er ya da geç bu davranış öğrenilecektir. Evet çocuk bu düzeni şaşar, huyu da değişir, bir günü bir gününü hiç tutmaz hatta sizin ona örnek oluşunuza karşı sanki hiç öyle bir davranış görmemiş gibi de davranır. İşte bu noktada çocukluğundan bahsedebiliriz ama kocaman insanların bunları yapması ya da yapmaması durumunda ancak bir türlü bencil olmamayı öğrenememiş diyebiliriz.  

31 Temmuz 2018 Salı

Yine yeniden çadır, bu sefer deniz tatilinde :)

Bir kardeşler tatilini daha bitirdik, yine çok güzeldi yine sık görüşmemize rağmen konuşacak onca şey vardı ve yine hem yetti hem tadı damağımızda kaldı, en azından benim:) Geçen senekinden farklı olarak çadırdaydık bu sene ki kardeşler tatilini olmasa da sanırım çekirdek ailem ile bundan sonraki tüm tatillerimizi bu şekilde planlayacağız. Bizim kardeşler tatili dediğimiz aslında Özgür ve benim kardeşlerimiz ve kardeşlerden sebep edindiğimiz diğer kardeşler, toplam 8 yetişkin ve şimdilik 2 çocuk, ilişkimiz nasıl bu şekilde ve başlangıç noktası ne tam olarak bilmiyoruz ama dilimi ısırarak anlatabileceğim kadar güzel vakit geçiriyoruz, illa tatil olmasına da gerek yok yani:) Aramızda iki senedir benim kardeşlerimden biri yok, önümüzdeki yıl için en büyük dileğimiz onun da dahil olması :) Bu tatilden de yine önümüzdeki seneyi konuşarak, nerede yapabileceğimiz hakkında fikirleri havada uçuşturarak ayrıldık ne mutlu ki :) Daha önce de yazmıştım kamp hayatı hakkında ahkam kesecek kadar deneyimim olmadı, dolayısıyla benim buraya yazdıklarım da azıcık anı tadında, bir de belki ilk kez gideceklere fikir olabilir.

Son öğle yemeği :)
Bu seneki kararımız Katrancı koyunda kamp yapmak oldu uzuuuuun konuşmalardan sonra. Gittiğimizde  benim beklentimi karşıladığını pek söyleyemem çünkü bir önceki sene Sinop'ta çok biz bizeydik, etraf çok sakindi ama tabi yer Fethiye olunca azıcık işler değişti :) İnanılmaz kalabalıktı, 80-90 çadır vardı ve dahası düzen yoktu, ya da ben daha organize olabileceğini düşünmüştüm diyeyim. Katrancı koyu iki ayrı koydan oluşuyor ve koylardan biri günübirlikçilere biri kampçılara ama arada bağlantı yolu var. Biz kampçıların koydaydık, deniz pek çok insana göre bence güzeldir çünkü ılık, ama ben o kadar sıcak denizi sevmiyorum, en azından bir serinleyeyim istiyorum denize girdiğimde:) Deniz dediğime bakmayın, havuz gibi dört tarafı çevrili. Çocukların oynaması için de denize girmesi için de çok güzel. Minik bir kumsalı var ancak 
Orada en sağda minnacık görünen
bir can Ezlem var, aslında o an yemiş
olduğumuz pastanın yaratıcısı :)
etraf izmarit dolu kumsalda, çünkü etrafın güzel, iyi olması insanların da iyi olacağı anlamına gelmiyor maalesef. Sesten şikayet eden büyükler var etrafta ama çöplük içinde yaşamaları onları pek de rahatsız etmiyor. Zaten bu sıkıntıların hepsi büyükler kaynaklı değil mi? Küçük bir kamp alanı olduğu için biraz sıkışık duruyor bence ama bu aynı zamanda bulaşık yıkama yeri, tuvalet ve duşlara kolay erişim demek ki bu da bence çok güzel bir şey kamp hayatı için :) Katrancı kamp alanın tuvaletlerin kullanım için uygun ve temiz olduğunu söyleyebilirim. Elbette doğada dolaştığınız için biraz toz, çamur ama düzenli temizleniyor ve insanların da kirli bıraktığına denk gelmedim dahası tuvalet sırası da olmuyor ki bu da iyi bir şey sanırım :) Katrancıyla ilgili söyleyebileceğim  önemli şeylerden biri de sinek, böcek yoktu ya da bize denk gelmedi. 

Elbette kahve de demledik
Çadır kurmaya karar verdiğimizde en büyük endişemiz yemekti ve bunu aslında küçük bir provayla gördük ki korkmamıza gerek yokmuş (tık tık) . Hele ki grup halinde olunca paylaşımla çok daha kolay oluyor. Bizim yanımızda bu konuda oldukça usta biri olduğundan pek bir tam teçhizatlıydık yemek konusunda :) Mercimek unu, h.cevizi unu ve yağı ve de keçiboynuzu unu her an elimizin altındaydı :) önemli çünkü :) şaka bir yana bir kullandık pasta bile yaptık, eğer hemen erimeyecek olsaydı çikolata da yapacaktık ama güneşe güvenemedik :) Et de yedik sebze ve bakliyat da, kahvaltılar da ev kahvaltısından farklı değildi, işin özü çok da kafada büyütmeye gerek yok. Sanki bizim beş günümüzün en güzel özetini can Ezlem yapmış işte o da burada 👇👇
Beş günlük tatilimizden sonra herkes tekrar yollara düştü, kimimiz doğrudan evine gitti, kimimiz de tatile devam etti, mesela biz :) ikinci durağımız Akyaka Orman Kampıydı. Burası bana epey büyük geldi ama çok organize bir yer. Girişte henüz çadır kurmadan nereye kuracağına karar veriyorsun, bildiriyorsun  ve ondan sonra kuruyorsun mesela. Akyaka'nın denizi çok güzel ancak kampın hemen önünde ya da çok yakınında diyebileceğimiz bir yerde değil. 10 dk kadar yürüme mesafesi var kampa ait bir alan değil. Denizi oldukça temiz ama suyun sıcaklığı bir garip, bir anca sıcacık bir anda buz gibi oluyor, dipleri bir anda kaynar su gelmiş gibi ısınıyor en yüzeyi buzlu gibi soğuk oluyor, denizinin kumu biraz çamur gibi hatta bazı yerlerinin dibe doğru battığını bile söyleyebilirim.  Kampa uzun yıllardır gelenler (bence kamp yazlıkçılığı diye bir şey var) burayı en çok da denizi için sevdiklerini söylüyorlar ki buna pek anlam veremedim. Genel olarak sevmiş olmama rağmen bir sefer daha gider miyim bilmiyorum :) Burada da tuvaletler oldukça temiz ve kullanışlı bir yerde ancak Katrancı kadar yakın değil ve daha büyük ve kalabalık olduğundan bazen sıra olabiliyor. Burada kalırken günübirlik Akbük'e gittik ve ben kalbimi orada bıraktım. Şimdiye kadar öyle bir deniz görmedim, hem temizlik hem de suyun ısısının güzelliği açısından. Aklımdan keşke Akyaka yerine burada kursaydık çadırı diye bile geçirdim. 
biz üçümüz :)

Akbük işte bu kadar berraktı
Dans etmeliydi çünkü büyük halası
ona perde tülünden etek yapmıştı :)

Kutudan masa üzerinde meyveli yulaflı kahvaltı :)
en sevdiği, en sevdiğimiz

Akyaka'da kaldığımız iki gecenin ardından bir gece de Çubucak'a geçtik, daha öncede birkaç gece kalmıştık ama bu sefer kendi çadırımızla gittik. Özgür'ün halası (karışıklık olmaması adına halam yazmadım :)) orada çok uzun yıllardır yazlıkçı kampçı olduğundan mıdır bilmem benim yazın çadır deyince aklıma bir tek orası geliyor, çadır gibi de değil işte dedim ya ev gibi, bezden ev, kalanları aynı konfor, bizim minnak çadır tatilleri gibi değil uzun süre kalanların çadırları da getirdikleri de ortamları da... Oradaki en temel sıkıntı tuvaletler ve bulaşıkhane çok uzak ve bu hep iş benim için. Oranın de denizi çok güzel ancak bir ot var denizde bu da bastığında yakıyor ya da kaşındırıyor tam hatırlayamıyorum. Hatırlamamamın nedeni ise oranın yazlıkçı kampçılarının buna çözüm üreterek beyaz taşlarla deniz giriş için bir yol yapmış olmaları :) ama eğer deniz ayakkabısı kullanıyorsanız zaten sorun değil :)

Biz bu dokuz günlük tatilden inanılmaz mutlu ayrıldık, hem sevdiklerimizle hem de kendimiz çok iyi vakit geçirdik ve tadı damağımızda bitirdik tatili. Bu da 👇 son günden aklımızda kalan, hem dayısının aldığı mızıka ile kemana eşlik eden hem de uzaklara bakan...






16 Temmuz 2018 Pazartesi

Söylenmeyenler...

Bugün biraz iç dökme günüydü benim için, aslında inanılmaz uzun zamandır tanımadığın ama sevdiğim iki kişiye hiç de kolay kolay kuramayacağım cümleler kurdum ve sanırım yaşadığım süreçlerde ilk kez kendimi hiç acabasız ve doğru ifade ettiğimi hissettim ve elbette anlaşıldığımı :) Sonrasında da farkında olmasalar da bu yazıya vesile oldular :) 

Buraya yazabilir miyim gerçekten bilmiyorum çünkü bu hem benim kendimle yüzleşmem hem de etrafımdakilere kocaman bir sitemim. Bir kısmını zaten sahipleriyle de paylaştım ama hiç paylaşamadıklarım da var elbette. Hayatta kendimi en güçlü ve en savunmasız hissettiğim zamanlardı anne babamı kaybettiğim zamanlar ve bunu zaman zaman yazdım zaten. Ama aynı zamanda en yalnız hissettiğim zamanlardı bunu da sanırım ilk kez yazıyorum. 

Bize öğretilen şeylerden biridir baş sağlığı dilemek ve aslında arayan için oldukça zordur bu konuşmayı yapmak ama unutmamak gereken şey şu ki bu durumu yaşamaktan daha zor değildir ki aramak. Bir de herkesin bana kalırsa kaçırdığı bir şey illa basma kalıp bir cümle kurulmasının gerekli olmadığı. Yani aslında sevdiğimiz birini bu sebeple aradığımızda çok üzgünüm demek de, keşke acını hafifletebilsem demek de ya da umarım hayatın olabilecek en kısa sürede rayına girmeye başlar demek de aynı şey bana kalırsa. Hatta sessiz kalıp sarılmak da... Hayat bize türlü türlü oyunlar oynuyor ya da bambaşka sınavlar sunuyor. Kimini kollarımızı açıp karşılıyoruz bazısını da kabul etmek ve göğüslemek zorunda kalıyoruz. İşte ikincisinde aslında bizimle birlikte etrafımızı da sınava sokuyor ve bunu bize ne yazık ki acı acı gösteriyor. Bunu illa bir yakın kaybı diye düşünmemek lazım, kişi için üzücü ve yaşaması zor olan her durumda geçerli bana göre. 

Benim yalnız kalmaktan kastım  fiziksel bir şey değil tamamen duygusal. Zaten benim için yeni ve acı olan bir durum yaşamışken ve ayrı bir şehirde yaşarken ve dünya kadar şeyi yeni baştan sorgularken ve kendime kusur bulma ihtimalim bu kadar yüksekken o duygularımı benimle yakın şeyleri o an yaşamamış biriyle paylaşabilmek isterdim. Kardeşlerim ya da  eşim dışında biriyle sabaha kadar konuşmak, sessiz kalmak, sadece bakmak, bakışarak anlaşmak ve sarılmak. Konuştuğumuz konunun yaşadıklarım ekseni etrafında olmasına bile gerek yok ama o an orada benim için var olduğunu bildiğim birileriyle o anları paylaşmak. İşte tam bu noktada yalnız kaldığımı düşünüyorum ve bunu henüz yeni düşünmüyorum ve hatta pek çok davranışımı da buna bağlıyorum çok üzülerek :( Yakınınızda biri bir sevdiğini kaybettiğinde size ihtiyacı vardır, yalnız kalmaya değil, ki kendi adıma hiç böyle bir beyanımı da hatırlamıyorum. Zaten fiziksel olarak o an yanında olanlara değil size ihtiyacı vardır çünkü anlatacak, unutmamak için anlatmak istediği, yanında daha dik durmak durumunda hissetmediği, boş boş baktığında senin modunu değiştirmek zorunda hissetmeyecek birine ihtiyacı vardır çünkü. 

Benim de vardı ve yalnızdım. Tam iki sene sonra farkına vardığım öfkemim nedeni de tam olarak bu yalnızlıktı. İyiydim hala da iyiyim çünkü aslında iyi olmak üzüntünün bittiği anlamına gelmiyor, ya da artık hatırlamadığımın ya da arada kötü olmadığımın da. Gülmenin artık ağlamanın bittiği anlamına gelmediği gibi. Konuşmak belki acımı taze tutmayacaktı ama konuşmamak daha da canımı acıttı ve sanırım biraz da değersiz hissettirdi. İnsanların hissedebileceği iki kötü duygu varmış, bir arkadaşım demişti. Biri yetersizlik biri de değersizlik. Ben hemen hemen hiçbir zaman sanırım yetersiz hissetmedim kendimi çünkü sanırım hiç yeterli olmak gibi bir çabaya girmedim. Ama  insanlardan uzaklaşmamın, zaman zaman öfkemin ve bazen duygularımı farklı şekilde yansıtmamın altında değersizlik hissiyatı yatıyor, bunu fark ettim. Bir şekilde uzaklaştığım ya da problem yaşadığım insanlarla aramda olanları düşünüp kurcaladığımda hep bu noktaya vardığımı gördüm. Bugün de bu konuda ilk kez yazmak istedim.

Bu kaçak dövüşmek mi bilmiyorum ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Yazıp, sonrasında kaçıp kimseyle iletişim kopartmadığıma göre bence öyle değil, ben buradayım ki zaten buradaydım da...

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Çadırcı olduk biz :)

Bu yaz için otel tatili değil de çadır tatili planlamıştık geçen seneden. Bizim ekiple ki bunlar kardeşler oluyor :) II. Geleneksel Kardeşler Tatilinin (birincisi tam da şurada) çadırda olmasına karar vermiştik. Henüz daha gerçekleşmedi iki haftası var ama biz önceden minik bir çadır deneyimi yaşamak istedik ailecek.  Nerede yapalım, hali hazırda bir düzenli kamp yapan bir ekibe mi dahil olalım diye düşünürken Eskişehir civarında Bozcaarmut göletinin kenarında tek gecelik kalabileceğimize ve kendi deneyimimizi yaşayabileceğimize karar verdik. İnternette kamp deneyimlerinin yazıldığı bir sürü sosyal medya hesabı ve blog yazısı var ve zaten bizimki deneyim denemeyecek kadar kısa süre ama madem ilk kez çadır kurduk hem anı olsun hem de belki bizim tecrübelerimiz ya da yaptıklarımız birine yarar diye yazmak istedim ben de.

Eğer kamp konusunda deneyimli değilseniz yani ilk kez çadır kuracaksınız ki kampçılık jargonunda "çadır atmak" deniyormuş buna, seçeneklerden biri bu işi profesyonel olarak yapan ekiplere dahil olmak. Bana kalırsa bu kamplardan en uygun fiyatlı olanı Kampa Gidelimmi Baba. Burası size iki seçenek sunuyor. Birincisi çok uygun fiyatlı ve bunun sebebi hem bir gece konaklama yapılıyor olması (sanki tam da ilk deneyim için düşünülmüş) ve size aslında kendinizi güvende hissetmeniz dışında yemek ya da etkinlik gibi seçenekleri sunmuyor olması. Ancak bunun dışında daha uzun süre ve etkinliklerin yemeklerin dahil olduğu seçenekleri de var ve fiyatlandırılması buna göre yapılmış.  Çocukla gidilecek ve çocuğun odak noktası olduğu diğer bir kamp seçeneği  Oyun Kampta. Burada ücretler biraz pahalı bana kalırsa ama elbette sundukları var size. Belirli bir düzen var, hazırlanmış, planlanmış etkinlikler var, ben doğada olayım ama çadırda kalmayayım derseniz genellikle bungalow gibi seçenekleri var ve elbette yemek var. Eğer çocuğunuz biraz büyükse Gençtur başka bir seçenek olarak karşınıza çıkıyor ki bence fiyat olarak da fena değil. Bunlar ilk araştırmada karşıma çıkanlar, elbette dahası da vardır. Genel olarak hepsinin ayrı güzellikleri var ve zaman zaman yapılabilir denenebilir olduğunu düşünsek de yemeği başka biri hazırlayacaksa, etkinlikleri de bizim için planlayacaksa bunun bizim aklımızdakine ters olduğunu düşünüyorum. Buralar çok güzel kamplar ve farklı farklı fırsatları var, orada öğrenilenler de, deneyimlenenler de  bambaşka ama biz şimdilik bu sene için her şeyi kendi kendimize hallettiğimiz, çadırda kaldığımız ve kendi günümüzü kendimiz planladığımız bir deneyim yaşamak istedik.




Çadır kurmaya karar verdiğiniz zaman elbette bu size alışveriş listesini de beraberinde getiriyor. Öncelik nasıl bir çadır alacağınız. Biz hafta sonu gittiğimiz yerde gördük ki, çadırcıların sponsoru adeta Decathlon'da satılan Qeuchua markası :) Her bütçeye uygun ve her büyüklükte çadır mevcut Decathlon'da. Eğer biraz deneyimi olan yakınlarınız varsa internetten sipariş verebilirsiniz, bizim akıl danışacağımız kimse olmadığından, gidip görerek ve elbette sorarak beğendik çadırımızı (yukarıdaki fotoda hemen arkamızda olan çadır). Bu çadırı seçerken iki ölçütümüz vardı, kolay kurulup toplanması ve geniş olması. Tek dezavantajı tavanı alçak ama yatmaya gireceğimiz için sıkıntı olmaz diye düşündük ki olmadı :) içinde kazık da çıkıyor yani ayrıca almanıza gerek yok. İçine bir şişme yatak (eğer alışkınsanız mat da olabilir) bir de lamba aldık ve bitti gitti :) Kalanlarını evden halledecektik. Ama elbette isteğe göre masa, sandalye vs alınabilir. Alışverişten sonra evden götürülecekleri ayarlamak gerekiyor. Biz büyük tatil için kendi aramızda bölüştük ama en azından fikir vermesi adına bizim tek gecelik çadır deneyimimizde neler götürdüğümüzü yazabilirim :) 

Yatma için:  Bizim kalacağımız yer gece 11 derece olacaktı yani bize göre soğuk. Bu nedenle şişme yatağın üstüne yerden soğuk yemeyelim diye bir battaniye bir de battaniye bizi terletmesin diye de bir çarşaf götürdük. Ben yastıksız yatamadım için yastık ve üzerimize de bir yorgan. Siz mevsime göre ya da üşüme durumunuza göre bunları azaltıp artırabilirsiniz.

Yemek için: Aslında kamp tüpleri de var ama biz çok gerekli olduğuna inanmadık ve evde olan küçük tüpü doldurduk. Tüpün üstünde ne pişirilecekse ona uygun bir tencere (tek bir taneyle hallettik), plastik tabak, çatal/kaşık ve bardak. Ben uzun tatillerde sürekli yıkama derdine girmek istemem ve aslında çok doğaya uygun olmamasına rağmen tek kullanımlık malzeme götürmeyi tercih ederim ama tek gecelik de çok sorun etmedim. Yine de yıkarım diye düşünürseniz o da olur elbette.



Kahvaltı için evde ne yiyorsak onu getirdik, öğle yemeği için konserve barbunya aldık (evde de yapılabilir ki biz kahvaltıyı geç yaptığımız için barbunyayı akşam yemeğinde açtık),  akşam yemeği için de zaten bir gece kalacağız diye buzluktaki köfteleri buz akülerinin arasına koyup öyle getirdik ve ocakta pişirdik, yanına da makarna yaptık :) Mangal yapılabilir mesela yine akşam yemeği için. Yanımıza bolca meyve aldık bence kuruyemiş de almalıydık. Salçayı, tahta kaşık ve spatulayı, yağ ve tuz/karabiberi de getirmeyi unutmadık. Ertesi gün kahvaltısı için yulaf, meyve ve süt planlamıştık ancak sütü unutmuşuz:) Soğuk tutulması gereken her şeyi buz akülerinin de olduğu termos çantaya doldukduk.  Hazırlık yaparken ilk koyduklarımızdan biri öğüttüğümüz kahve ve ocak üstü kahve makinemizdi ve sallama çay için minik demlik altı :) Tek unuttuğumuz şey tüpü yakmak için gerekli olan kibrik/çakmaktı 😆 Neyse ki komşuculuk çok iyi işliyor çadır kuranlar arasında. Demem o ki yemek işinde, ne yerim derseniz malzemesini yanınıza alın, o olur, mesela yan çadırda hamur kızartma yapıldı öyle düşünün :)



Çadır kurmaktaki en güzel şey elbette etrafı dolaşmak ama bence eğer çocukla çadır kuruyorsanız keyifli başka güzel şeyler de oluyor. Çocukların çadır hayatına dahil olma istekleri inanılmaz güzel. Hemen suyu ben doldurayım, meyveleri yıkayayım gibi talepleri oluyor ki bu bence biraz işleri kolaylaştırıyor, zaman geçiyor, iş bölümü oluyor falan. Ayrıca çocukla kamp yaptığınızda eğlenceği daha ön planda tutmak durumundasınız ki bu da çok keyifli oluyor. Biz oldukça uzun bir yürüyüş yaptık (6 km kadar) bunun 4,5 kmsini bizzat kendi yürüyen Arya'da zaman zaman yoruldu elbette. İşte bu zamanlarda göl kenarında oturup hayali yunus, balina hatta deniz kızlarını izledik, uzun bir sopa bulup yosunu balık olarak düşünüp onları tuttuk, kıyıya gelen kurbağaları hoplatmaya çalıştık (zarar vermedik elbette ama biraz korkutmuş olabiliriz), yolumuza çıkan ağaçların üstünden yürüdük, karıncaların dev yuvalarını gördük, balık tutanlara laf atıp onları izledik. Kamp yerinde kova, tırmık ve kürekle ve elbette suyla çamur oynadık, etraftan bulduğumuz sopalar ve iple köprü, Arya'nın demesiyle olmamış ama ağaçtan düşmüş minik yeşil kozalakları boylarına göre anne baba çocuk ve elbette cadı yaparak oyunlar kurduk :)

Gece yatma saati geldiğinde Arya inanılmaz yorgundu ve zaten öğle uykusu uyumadığı için o uyudu, biz de dışarıda oturduk, biraz sohbet biraz da sayı oyunları oynadık. Tüm çadırlar ateş yakmıştı biz de yan komşunun ateşine dahil olduk ama bana kalırsa kamp ortamının vazgeçilmezi olmasına rağmen riskli bir hareket :) Ayrıca doğaya daha fazla oksijen almak için çıkıp duman solumak da hiç keyifli değil :( Gece Arya kolay uyudu ama biz yattıktan sonra bir grup (dibimizde değildi ama inanılmaz fazla gürültülüydü) yaklaşık 4:00a kadar sanki düğün gibi kutlama yaptı, bence biz yine uyudurduk da olmadı. Çünkü 11 derece havaya hazırlıklıydık amaaa habire gece üstünü açıp, terledim diyen, çoraplarını çıkarıp ayaklarım dışarıda kalsın sinirlenen Arya'ya hazırlıklı değildik :)  O açtıkça bizim de üstünüz açıldığından üşüdük üşüdükçe uyuyamadık, tam onu ikna ediyoruz soğuk olduğuna üstünü örtmeye  sonra biz bir daha dalana kadar tekrar hooooop başa, terledim ben ayaklarım dışarıda kalsın, göbeğimi aç vs vs. Sabah asla enerjim kalmayacak, hatta uyanır uyanmaz kahvaltı etmeden çıkıp gidelim diye düşündüm tüm gece :( Uyuyamadığımız uykumuzdan uyandığımızda her şey değişti, güneş çam ağaçlarının arasında yüzüme vurup içim ısındığında ve daha kimse uyanmamışken o sessizlikte enerjim tekrar yerine geldi neyse ki :)



Biz cebimizi yeni deneyimlerle doldurduk ve çok sevdik elbette  ama en çok da yanımızda başka neler götürmeliyiz onu öğrendik. Mesela kibrik/çakmak unutmamalıyız :),  odun toplarken ve taşırken küçük bir balta ve ip almak yine iyi olacaktır ve de en önemlisi herkese bireysel birer uyku tulumu yaşadığımız sorunu kökten çözecektir :) Kalabalık olduğunda daha da keyifli olacağından emin olmakla birlikte minnak ailemizle de yaşadığımız bu bir günlük deneyimden bolca fiziksel yorgunluk ve inanılmaz bir dinlenmeyle döndük.  Aklımızda en çok kalan cümleler ise "anne meyve yiyeyim mi", "anne dut yiyeyim mi" , "anne yulaf yiyeyim mi", "peki ya tahin pekmez ve ceviz?" oldu :) İşte bu da o anlardan küçük bir kesit 👇



18 Haziran 2018 Pazartesi

Özel gün mevzusu...

Dün babalar günüydü, bir kaç gönderide bu tarz paylaşımların yapılmamasını talep eden sevdiğim insanlar oldu, bunların babasını kaybetmiş insanların canını yaktığından bahsetmişlerdi. Mutlaka yakıyordur o konuda bir şey diyemem ama o iletileri gördükten sonra babasını yaklaşık 3,5 yıl önce hem de annesini de ondan 6 ay sonra kaybetmiş biri olarak belki azıcık söz hakkım vardır diye düşündüm:)

Elbette herkes duygularını farklı farklı yaşıyor ve bambaşka mücadele ediyor o duygularla ve elbette hepimizin duygularla baş etme şekillerimiz bambaşka. İş paylaşıma geldiğinde babamla fotoğrafımı koymak hatta babalar gününde anmak için yaşamasını gerektiğini de düşünmüyorum. Kimse babasıyla fotoğrafını koydu diye acım artmıyor aksi durumda da azalmıyor zaten. Hayatınızda hiç kayıp yaşadınız mı bilmiyorum ama bu öyle bir şey ki kimsenin yaptığıyla artıp azalabilecek bir şey değil. Umarım yaşamamışsınızdır ve umarım çok uzun yıllar sonra yaşarsınız.

Nasıl ki bir tabağı/kahveyi paylaşırken ama bulamayanlar var demiyorsak ya da çocuk paylaşırken ama isteyip de sahip olamayanlar var demiyorsak aslında bu paylaşımlar da onlardan çok farklı değil. Instagram, Facebook ya da diğerleri birer platform ve aslında tam da bu işler için varlar:) İnsanlar sevdiklerini arayıp söyledikten sonra bazen buralara da koyuyor ama bu kimsenin yarasını dağlamak için daha fazla üzmek için değil, sadece çok sevdiklerini bir de buradan paylaşmak için belki yazdıkları beğenilsin diye belki babası annesi görüp, duyup mutlu olsun diye. Mesela yaklaşık 1 ay önce de anneler günüydü ya da herkes anne babasıyla ya da başka birinin kaybettiği bir yakınıyla doğum günü kutlaması koyuyor işte bu günler de diğerlerinden farklı değil. Aslında o an temel tek bir duygu var paylaşmak belki de onun getirdiği beğenilme :) Kimsenin amacı bak benim var ama senin yok demek değil yani.


Kesinlikle şöyle bir şey var, özel günlerde insanın canı daha fazla yanıyor, o anı paylaşamadığına üzülüyor ama bu başka biri paylaşabildiği için yaşadığı bir kıskançlık ya da üzüntü değil. Sadece kendisi o an bunu yaşayamadığı için üzülüyor insan. Çocuğunu göremediği, akla ihtiyacın olduğunda danışamadığın, güzel anlarını paylaşamadığın, aynı şeyi defalarca anlatacak birini bulamadığın için üzülüyorsun. O kadar üzüntünün içinde de kendi adıma yapılan fotoğraf paylaşımlarına üzülmeye fırsat kalmadığı söyleyebilirim :)


Bugün eğer anne babam hala hayatta olsaydı en çok yapacağım şeylerden biri olurdu bolca fotoğraf ve video çekmek ve belki de paylaşmak, paylaştıklarıma dair onları ne kadar çok sevdiğimi bir de sosyal medyada dile getirmek:) Ben bunu diğer sevdiklerimle yapıyorum şu anda dolayısıyla başkasının anne babasıyla paylaştıkları da bana benim yaptıklarımdan farklı gelmiyor :)

Bol bol anılarınız, paylaşıyorsanız paylaştıklarınız, yazdığınız güzel cümleleriniz eğer paylaşmıyorsanız da çektiğiniz bol bol fotoğraflarınızın olması dileğiyle...

6 Haziran 2018 Çarşamba

Başa çocuk geldiyse...

Geçen hafta Eskişehir'de çocuk tiyatrosu festivali vardı. Farklı ülkelerden gelen gruplar misafir olup oyunlarını sergilediler. Biletler o kadar çabuk tükendi ki biz hep tek bilet alabildik mesela :) çünkü bu şehirde tiyatro önemlidir ve her zaman tam kapasite oynar tüm oyunlar. Böyle bir şehirde olmak çok büyük şans elbette biz de bunu sonuna kadar kullandık ve alabildiğimiz tüm oyunlara bilet aldık. Biraz oyun seçimi konusunda şanslıydık sanırım yani öyle denk geldi. Sihirbazlık gösterisi, müzikal ağırlıklı, kukla gösterisi ve normal bir oyuna denk geldik bu sayede de hepsine gitmiş olduk:) 

Şimdiye kadar tiyatro oyunu nasıl yazılır, provaları nasıldır, işin içine çocuk girdiğinde nelere dikkat edilir ile ilgili bir tecrübem olmadı, ülkemizde bu nasıl yapılıyor bilmiyorum dolayısıyla bu konularda ahkam kesemem ama çocukların ne kadar çabuk taklit ettiklerini, nasıl sünger gibi çektiklerini gözlemleyecek kadar uzun süredir anneyim bence:)  Dolayısıyla da çocuk tiyatrosunda bence bu olmamalı diyebilme hakkına sahibim anne olarak :) Mesela çocukların denemesi olası şiddet gösteren kısımları olmamalı, siz istediğiniz kadar çocuğa onun gerçek olmadığını da anlatın yine de o ilk gördüğünü baz alacaktır, en azından belli yaşa kadar olan çocuklar için bu böyledir. Gittiğimiz tiyatrolardan birinde sihirbazlık gösterisi vardı ve içinde testere ile insanı ikiye ayırma vardı mesela, ya da bıçağı parmak arasında vurarak gezdirme vardı. Her ikisinde de gösterdiler nasıl olduğunu ama bu bir çocuğun özellikle bıçak gösterisini denemesine engel olur mu bu emin değilim. Benzer şekilde başka bir oyunda fermuarını çocukların önünde indirmeye başlayan bir oyuncu vardı, evet sonradan arkasına dönüyordu ve sözümona kilodunu içinden çekerek çıkarıyordu. Bu noktada çocuk bunu yapar mı demekten ziyade şunu sorguladım ben, gerçekten oyun için bu kısmı gerekli miydi?  O oyun için değildi :)

Çocuk kitaplarını baz aldığımızda da pek bir şey değişmiyor maalesef. Çocuk güzel çocuk kitapları var elbette ve evet onları tercih ediyoruz ama yine de bu arada daha dikkatsizce aldığımız kitaplar da bu işin ne kadar ciddiyetsiz ve işin ehli olmayan kişiler tarafından yapıldığının kanıtı oluyor. Öpüşmek doğal olabilir elbette ama çocuk kitabında yeri olduğunu düşünmüyorum ben ya da ölüm doğanın bir getirisi olabilir elbette ama öldürmenin de yine bu kitapların için yer almaması gerektiğini düşünüyorum. Tabi ki de bütün kitaplar bizim öğretmek istediklerimizi içermeli diye düşünmüyorum, sırf eğlencesi için bile bir kitap sevilir ama en azından yaşına uygun olmayan şeyleri de çocukların gözüne sokmamalı bana kalırsa.





Tüm bunlardan sonra asıl sorunun bir oyundan ya da kitaptan ibaret olmadığını anladım bir kere daha ve bunu yapanın sadece bizim ülkemizdeki insanlar olmadığını da. En büyük cevapsız kalan sorum şu. Ne zaman küfür, vurma, itme ve müstehcen kabul edilebilecek şeylerle eğlenmeyi ve gülmeyi bırakacağız. Ya da belki de bunlara gülmeye ne zaman başlıyoruz. Kendi cevabım bunlara gülmeye biraz da ailelerin yaptıklarıyla başladığımız ve toplumla olanlarla devam ettiğimiz yönünde.  

İşin özü eğer bir şeyin başına çocuk koyuyorsan, bu ister tiyatro olsun ister kitap ya da film çocuğu gerçekten ön planda tutarak yapmak gerekiyor. Oradan çıktıktan sonra ya da o kitabı okuduktan sonra çocuğun aklında kalabilecekleri azıcık tahmin edebilmek gerekiyor bana kalırsa :) Bunun bir eğitiminin ya da belli ölçütlerinin olması şart. Yoksa bizim burada herkes eğitimci herkes çocuk hakkında çok şey biliyor...

14 Mayıs 2018 Pazartesi

İkilenmek

Aman da aman büyümüş de konuk yazar mı alıyormuş :) Bilmem ki konuk yazar almak için büyümeye gerek var mı ama bizimki çok spontane gelişti, bence çok da tatlı oldu. Aslında amaç inanılmaz farklıydı ama amacını tamamlayınca bu şekilde blog yazısı olarak yayınlayalım mı ki acaba dedik. Taze annenin kaleminden, anne olacaklara gelsin madem siye düşündük ve işte karşınızda Özge'nin doğum hikayesi ve minik Selin'e kavuştuğunda hissettikleri :) Hep hayal ürünü gelirdi bu duygular bana ama demek ki değilmiş :) Ben okumalara doyamadım, sıra sizde.


Yaklaşık 40 hafta olarak bilinen bir-likteliğin, iki-lik halini alması yaklaşıyordu. Son zamanlarda kafamda doğumla ilgili okuduğum kitapların sayfalarını çeviriyordum sıklıkla. Duyduklarımdan oluşan bant kayıtlarımı sürekli bozuk kaset gibi sarıp duruyordum. En çok duymak istediğim ve beni en çok rahatlatansa normal doğumla dört çocuk dünyaya getiren, küçüklüğümden beri her soruşumda o zamanlar anlamlandıramadığım bir duygu ifadesi ile anneminkiydi: “Anne normal doğum nasıl?”, “Kucağına çocuğunu aldığında unuttuğun bir şey. Nokta.” Bu cümle her seferinde annemin yüzündeki gevşek bir gülümseme ile sonlanırdı. Ben de hep öyle hayal ederdim. Doktorumla doğum sancıları hakkında konuşmuştuk. Su serpen bir yorumla “diğer sancılardan farklı, üretken bir sancı” demişti. İster istemez kafamda doğum koltuğuna oturup oturup kalkıyordum. Ve artık büyük güzel buluşma ve kavuşma için sabırsızlanıyordum. Belki oruç tuttuysanız bilirsiniz ya da uzun sure aç kaldıysanız. Yemeği yeme zamanı yaklaştıkça akreple yelkovan düşman kesilir birbirine. O artistik ilerleyiş sanki birbirini pek de umursamayış halini almıştı. 38. haftanın 5. gününde doktor göbeğimden eliyle yaptığı muayene sonucunda ultrasona yönlendirmişti. Hastanede ultrason sonrası bebeği aramıza alma vaktinin geldiğini söylediler ve evden eşyalarımızı almamiz için bir saat verdiler. Duyduklarım doğru muydu? Kızıma mi kavuşacaktım? İçimde bir festival havasıdır koptu gitti. Çekilin yoldan haydi haydi acilin, kızım geliyor... İşte hastaneye yatışım yapıldı bile. Suni sancı vermeye başladılar. Kızım kapıyı doğum sancıları denilen kasılmalarla çalmaya başlıyordu. Ve ben her çalışında kapıya koşuyordum. Amacım ona yolculuğunda yardımcı olmaya çalışmaktı. Sakin kalmalı onun gelişine odaklanmalıydım. Kapı tıkırdatmaları artık yerini yavaş yavaş gümletmelere bırakıyordu. Evet evet o da bana kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Bildiğin zorluyordu. Baya yüklenmişti. Anne açsana kapıyı diyordu adeta. En sonunda birlikte e haydi yeter artık dedik ve buluşma...

İşte ancak kendi doğumunuzdan sonra yerini doldurabileceğiniz bir hisle kavuşma. Daha önce hiç ama hiç bir misafirin tattırmadığı olağanüstü bir tatla “Merhaba” deyip ağlayarak selamlamıştı. HOS mu GELMİŞTİ? Yo yo ...Hophosgelmisti, cangelmisti, balgelmisti... sanırım annemin yüzündeki o tuhaf gülümseme ile eşdeğer bir gülümseme yayılmıştı yüzüme. Yoktu böyle bir şey. Ya da vardı. Ya da gerçek değildi. Ya da öyleydi. Kızımmm... bir dakika bir dakika... o benim kızımsa ben de onun annesi olmalıydım. Anne? O sıcacık vücudu hissedip sarılınca mı? Sanırım o an yeryüzü ile tek bağlantım dışarıdan baktığında orada görülen bedenimdi. Nerede miydim? Bulutların ustu? Iii-iii. Gökyüzü? Değil. Düşler ülkesi? Yok yok. O kadar da gerçek.


Adlandırmakta ve benzetmede güçlük yaşıyordum. O kapı çalışlarına, zorlamalarına, en sonunda e kime diyorum aç artık su kapıyı dedirten sancıların hepsine değermiş. Sancı mi? Sancı neydi? Sancı onun kapı ziliydi o kadar. Sonrasında zorlayışları sırasındaki hasarlar da zamanda tamir edilecek, iyileşecekti. Kızım gelirken azıcık ortalığı dağıtmıştı ama olsun toparlanacaktı -ki toparlandı. Neyse misafirim ayakta kaldı. O kadar yoldan gelmişti. Ben gibi yorulmuştu haliyle. Bu güzel kavuşmanın şerefine ikimiz de dinlemeyi hakketmiştik. Dinlenmeliydik, sızmışız. Sabah gözümü açtığımda kızımla ilk güneşe uyandığımızda bir an inanmakta güçlük çektim. O minnacik şey karşımda duruyordu. Gerçekliğinden emin olmak için gözümü tekrar kapatıp açtım. Gitmemişti. Yerinde ışıl ışıl duruyordu. Yanına yaklaşınca o buram buram annelik kokusu burnuma gelmeye başlamıştı. Her yanımı sarmıştı. Yüreğime müreğime her bir yanıma bulaşmıştı.

İlginç bir şekilde içime sığdıramıyordum. Durup durup gözlerimden sızıyor, dışarı taşıyordu, tutmaya da çalışmadım zaten. Bıraktım aktı. Anneselleşmeye başlamıştım. Aradan 5 ay geçti. Hani limonun bırakın adını söylemeyi adını bile aklınızdan geçirdiğiniz de ağzınız sulanır ya işte aynen öyle. Kucaklaştığımız o essiz anları hatırlayınca benim de yüreğim sulanıyor. Büyük bir aşkla tatlı tatlı o zamanları dün gibi anımsıyorum.

8 Mayıs 2018 Salı

Bir garip ilişkiler...

İnsanlar ne zaman bir ilişkiye son verir? İlla sevgili ya da evli olma halinin sona ermesinden bahsetmiyorum. Her hangi bir ilişki için. Cevap veriyorum, aslında sıklıkla çatışmaya başlayıp birbirini hoş görememeye başladığın zaman. Ama asla böyle olmaz o ilişki lastik gibi süner de süner. Karşılıklı herkes birbirinden şikayet eder, kendi içinde birbirini suçlar, suçladıkça daha da çıkmaza girer ve bir tak noktası olur. İşte o zaman zaten duygusal olarak kopmaya başlayan ilişki fiziksel olarak da sonlanmaya başlar. Herkes kendindekini görür ama karşı taraftakini daha iyi görür, zaten kişi kendi olduğundan ve kendi doğruları karşı tarafınkiyle artık ortak nokta bulamamayacasına çatıştığından ipler gerilir. Zaten o noktadan sonra da kimse kimsenin özel durumu var mıymış, aslında zor bir zamandamıymış diye maalesef ki önemsemez. Kırgınlıklar, anlayamamaklar, anlaşılmadığını düşünmeler başlar ki bu da ne yazık ki tam olarak sona yaklaşıldığının belgesidir.  En güçlü arkadaşlıklar, hiç bitmeyecek dedikleriniz, hiç gitmeyecek sandıklarınız hayatınızdan yavaş yavaş çekilir, üstelik bunu sadece onlar yapmazlar siz de dur demek istemezsiniz ve bırakırsınız. 

Hayatınızda olanların, hayatınızda kalıp kalmayacaklarının en üzücü göstergelerinden biri de sadece en zor günlerinizde değil aynı zamanda en mutlu anlarınızda da ne kadar yanınızda olduğu oluyor maalesef. Mutlu anlarınızı ne kadar paylaşabildiğiniz, sevincinize ne kadar ortak olabildikleri gibi şeyler. Sizin ne kadar sinir bozucu olduğunuzu yüzünüze söyleyebilenler, hata yaptığınızda amasız özür dileyebildikleriniz, bazen neden yaptığınızı anlatma gereği duymadıklarınız, bağır çağır kavga edebildikleriniz, ağladığınızda sebep sormadan bilebilenler muhtemelen hep hayatınızda olacaklar.  Karşılıklı olarak birbirinizin güvenli sularında yüzdüğünüz ilişkiler arkadaşlıkların süresi bana kalırsa hep limitli. Dur onu demeyeyim alınır, böyle söylemeyeyim kırılır, bozulmasın arayayım dediğimiz ilişkilerin çok da gerçek olduğunu düşünmüyorum. Burada söylemek istediğim bilerek kırıp edelip, hassas noklarını bildiğimiz halde gidip oralarına dokunabiliriz değil elbette, sadece böyle bu tarz tedirginlik yaşayan ilişkilerin uzun soluklu olamayacağı kanısındayım. 

Aldığım en büyük eleştirilerden biri olan keskin çizgilerimi kabul ediyorum artık hatta onları sevdiğimi bile söyleyebilirim, insanın bazı keskin çizgilerinin olması gerektiğini de savunuyorum ayrıca. Hatta daha ileri giderek birkaç tane bile olsa keskin çizgisi yoksa insanın, ben bunu çok anlaşılır bulmuyorum. Sevmediği hiçbir şey yokmuş gibi davranan insanların sevgilerini de ilgilerini de gerçek gelmiyor bana ne yazık ki. Mühim olan hep sevmek ya da her anlatılana onay vermek değil ki bazen de sevmediğini, istemediğini söyleyebilmek, bence yanlış bu, hatalısın diyebilmek, bu yakınlığı hissedebilmek. O zaman kızgınlığının altındaki gülümseme ortaya çıkabiliyor ancak :) 

Yoksa zaten bin bir çeşit insanla ↓↓ kimsenin uğraşacak hali yok ki, açıyor gülleri birinin, çalıyor zili birinin, kimi hep muzır işlere bayılır, kimi her gün bunalım takılır, kimi kimi densiz kimi denli :) Yaaaa :)








4 Nisan 2018 Çarşamba

Arkadaşlık lohusalığı yener :)

Genelde böyle yazılar doğumun hemen sonrasında falan yazılır ya da onu izleyen annenin artık toparlandığı duruma dışarıdan bakabildiği bir zamanda. Bu açıdan bakıldığında benim yazımın benle ilgili olmadığı aşikar. Yazının çıkış noktası iki can arkadaşımın hamile olması ve süreçte yaptığımız öylesine konuşmalardı. Araya ameliyatım girdi falan derken de yayınlanması bu zamana kaldı.

İşte söz konusu yazı ↓↓

Bir süredir kafamda bir şeyi söylerken, bir cümle kurarken o cümlenin aslında zıddıyla birlikte kurulduğunu kimsenin düşünmediği. Sözüm ona iyi diye kurulan o cümlenin başka birini yıkıp geçebileceğini kimse düşünmüyor mesela. Benden geçeli çok oldu, zaten lohusa depresyonu denebilecek bir şey de yaşamadım ama o dönemin her anne için hatta baba için ve hatta anne ve bebek yanında kim kalıyorsa onlar için zor olduğunu söylemek için büyük depresyonlara girip çıkmaya gerek yok.

Hayat yeni baştan başlıyor, tüm düzen yeni baştan kuruluyor bebek doğduğunda. Demek istediklerim öyle alışkanlıklarınız değişecek ya da dışarı istediğiniz gibi çıkamayacaksınız falan değil, kendi düzeninizi koruyabilirsiniz ya da bunu korumaya çalışmak size gereksiz gelebilir o ayrı mevzu. Benim söylemeye çalıştığım bebek doğduğunda ilk kez anne baba oluyorsunuz ve dilini hiç bilmediğiniz ve bir süre de anlamayacağınız, belli bir süreye kadar tamamen size bağlı bir canlı giriyor hayatınıza. Dolayısıyla aslında o güne kadar size söylenen ya da okuduğunuz pek çok şeyin yazılan ya da söylenen gibi olmadığını da görmeye başladığınız yeni bir dönem o. 

Lohusalık döneminde bir sorular, bir espriler bir de beklentiler fena halde can sıkıcı. İlk soru daha doğum olmadan geliyor. “Normal mi olacak?” bu kadarla kaldığında ortadaki tek sıkıntı “sana ne” cevabının verilmek istenip de verilememesi J Ama eğer peşi sıra “normal doğum çok önemli, bebeğe çok faydalı” ya da “en iyisi normal doğum, normal olsun normal” falan gibi bence abuk sabuk olan cümleler sıralandığında yukarıda bahsettiğim zıtlık mevzusu devreye giriyor. Çünkü bana kalırsa mesele orada diğer tarafın kötü olduğunun söylenmeden kötülenmesine varıyor. Yani aslında alt metinde bir yerlerde “sezeryan kötü, bebek için de sağlıksız” vs vs yatıyor. Eminim ki kimse bunu kurarak söylemiyor ama normal doğumu onca övüp, “normal olsun normal bebek için çok faydalı” dediğinizde ortamda sezaryanla doğum yapan hatta bunu gayet bile isteye yapan insanlara minik bir taş atmış oluyorsunuz J

İkinci soru doğumun hemen akabinde onu hemen  “emiyor mu?” sorusudur. Bu sorunun cevabı kimi nasıl tatmin edecek bilmiyorum ama “anne sütü çok önemli”, “bebeğin iyi gelişimi için şart”,” anne süsü alan bebekler ….” gibi cümlelerin kimseye faydası olup süt getirmediği gibi, hastalık, ameliyat vs gibi sebeplerden emziremeyen, sütü gelmeyen, bebeği memeyi reddeden ya da kendi isteğiyle emzirmek istemeyen anneler için aslında şu anlama geliyor, “mama çocuğa yapılan bir kötülüktür ve sen istemeyerek bile olsa kötülük yapıyorsun” L İnanın bu duygu yeni hayatının ilk günlerinde hiçbir anneye iyi gelmeyecektir.

Espriler çeşitli şekillerde olabilseler de doğumdan önce ve  hemen doğum sonrasına odaklana espriler gündeme gelir. Doğumdan önce espri olduğu varsayılabilecek “uyu, uyu sonra uyuyamayacaksın” cümlesi kesindir. Anlamadığım bunu söyleyen insanlar uykunun depolanan bir şey olmadığını henüz nasıl keşfetmemişler J Doğum sonrası ise pişkin bir gülümsemeyse sözüm ona espri ama aynı zamanda da bazen hinlik durumu ifadesi olabilecek karın mevzusu gelir. Doğum yapanlar bilir özellikle sezeryan ile doğum yaptıysanız karnınız bir süre durur, hatta doğum sonrası sanki hala hamileymişçesine şişkindir. Hani o espri diye yaptıklarınız var ya “aaa içinde mi kaldı bebek” ya da “ay yoksa bir tane daha mı var” gibi, heh işte onları yapmayın inanın hiç komik değil. Hatta bu durumu doğumdan birkaç ay sonra bile sürdürenler var ki o zaman şakayı geçip biraz tatsız bir durum oluyor.

Ve elbette beklentiler. Anne olduğunuz anda toplum sizden vatana millete hayırlı evlat yetiştirmenizi bekler, üstelik kendi de bu süreçte aktif rol almaya oldukça isteklidir. Bebeğinizin uyku düzeni merak ederler “uyuyor mu” diye sorarlar mesela, çünkü bebek uyumazsa kendileri uykusuz kalacaktır J Şaka bir yana elbette iyi niyetli bir soru ama o uyuyor mu sorusunun cevabı evetse “ayy valla kaynımın oğlu da çok güzel uyuyordu”ya hayırsa da”bak şöyle yapsan bence uyur hem sende uyursun”a , en olmadı “o uyurken sen de uyu”ya bağlanır ama mutlaka sorulur bu soru, çünkü beklentisi aslında kendi söylemek isteyeceklerini söyleyecek bir platform bulmaktır.

Biter mi bitmez, emzik verirsin biri çıkar sonra bıraktırması zordan girer, damak yapısını bozardan çıkar ve yanlış olduğunu söyler, vermezsin emzik olsa rahat ederdin der bir başkası. Haklılar ikisi de ama hem de çok haksızlar. Kundaklarsın ne kadar yanlış olduğunu anlatırlar, kundaklamazsın duyusal olarak buna ihtiyacı olabileceğini anlatırlar ki burada da ikisi de haklıdır ama hem de çok haksızdır J Herkes bir şeyleri denemiş, kendi çocuğunda işlemiş, bir şeyleri denemişler olmuş ya da ufak tefek hasarla atlatmışlar. Zamanında sinir olmuşlar müdahalelere ama yine de dahil olmadan da edemiyorlar işte. Çünkü söylemek istediklerimiz çok, böylelikle belki hayat kurtarırız derdimiz bu J

Misal kuaföre gitmesine fırsat tanıyın:)

Çoğunun art niyetli olmadığını düşünmekle birlikte özellikle ince düşünmemenin de “dur ya şimdi daha alışma dönemi” diyememenin de çok iyi niyetli bir davranış olduğunu düşünmüyorum. İlk ya da ilk değil ama zaten yeni doğum yapmış annenin hep yeni baştan alışacağı durumlar vardır. İlk kez anne olmuşsa, zaten baştan aşağı yeni hayat, anne olmaya baba olmaya alışılacak, yok ikinci çocuksa da iki çocuklu olmaya, kardeş dengesi kurmaya alışılacak gibi yepyeni durumlar. O nedenle doğum yapmış birine yapılabilecekleriniz arasında sözel olarak söyleyecekleriniz yok bana kalırsa. Ama illa yardımcı olayım bir el atayım derseniz, tek başına bakıyorsa mesela gelecek misafirleri için kek börek vs yapıp götürebilirsiniz, birikmiş ütüsü varsa teklifsiz gidip ütü yapabilirsiniz, dur ben azıcık oyalayayım da sen de çayını kahveni rahat iç, banyo yap diyebilirsiniz en olmadı bakan biri varsa evde bebeğe, tam bebek uyumuşken kapısında bitip azıcık soluk alması için dışarı çıkmayı teklif edebilirsiniz, illa evden ayrılmaz diye düşünürseniz yemeyi, içmeyi sevdiğini bildiğiniz şeyleri alıp evine gidebilirsiniz. Bunlar ilk etapta aklıma gelenler ama siz arkadaşınızı daha iyi tanırsınız eminim daha iyi fikirleriniz olacaktır. Eminim böylelikle o depresyonu daha hafif atlatmasına yardımcı olabilirsiniz, yok eğer olamıyorsanız da belki biraz uzak durmakta fayda en azından daha fazla girmesin depresyona diye  J Bir bakın bakalım siz neler yapabilirsiniz.



6 Mart 2018 Salı

Kaprisini sevdiğim...


Uzun zamandır blog okuyorum, her anne bloğunda mutlaka bir sendrom yazısı, ayy bende de bir tavırlar “ne sendrommuş” efendim falan diye. Ama neydi insan kınadığını yaşamadan ölmezdi…

Bizim evde bu ara bir sinir, bir gerginlik. Yok aydı yok güneşti falan dedim bir süre ama üç gün geçiyor sonra geri geliyor olduğundan aya güneşe suç atmak yerine yaşa bağladım bütün olayı :) bir ergen tripleri odaya girip kapı kapatmalar, ben daha iyi bilirimler, onu giymeyeceğim bunu giyeceğim sonrasında isteği olsa bile bana neden bunu giydirdinler, hep senin suçunlar havada uçuşuyor. İnat zaten bizde genetik ona bir şey demiyorum ama eeeey üç yaş çabbuuuk geri ver çocuğumu diye bağırmak istiyorum.



İşin aslı bu değil elbette ben de biliyorum ama anne olarak durduğun yerden, dur bi bakayım, sanırım bu dönemde bağımsızlıklarına daha düşkün oluyorlardı, yok efendim daha ben merkezci oluyorlardı, kendini kanıtlamaya çalışıyorlardı gibi çıkarımlar çok fazla J Üstelik bu yaşın pek çok yerde yazılanların aksine bir formülü, şöyle davranırsanız geçer diye sıralanacak bilgileri olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu pek çok yerde yazılanın genel geçer çocuk büyütmenin bir gerekliliği olduğu görüşündeyim. Çünkü her yerde yazan şeyler tam da “sevginizi gösterin”, “yaptığınız işlerde ona da yer açın, iş bölümü yapın”, sosyalleştirin” vs vs. şeklinde. Bunları zaten üç yaşa gelene kadar yapıyor olsanız da yine de öyle ya da böyle bu sendrom yaşanacaktır. Öncesinde neler yaptığınız ya da süreçte nasıl davrandığınız sadece o dönemin ne kadar acı ya da rahat geçeceğini belirleyebilir bana kalırsaJ

Birincil kaprisler çağı diye de geçebiliyormuş bu dönemin ismi, isminden olsa gerek bir işte bu üç yaş dönemi çocukların egolarının tavan yaptığı, her iyi şeyi kendilerine mal ettikleri ve elbette her kötü şeyde karşı tarafı suçladıkları özgürlüğün had safhada olduğu bir dönem. İşe bunalım ya da sendrom ismini koyarak işi biraz daha tatsızlaştırmaktan ziyade bunun gelişimin bir parçası olduğunu bilerek bu dönemi duygusal anlamda en az zararla atlatmak gerektiğine inanıyorum. Çocuk sahibi olan herkesin de deneyimlediği gibi çocukla ilgilenen her kimse o an, eğer gerginliği artıyorsa bu bir şekilde de yansıyor bu da durumu iyice gerginleştiriyor, hatta diyebilirim ki bir yerden sonra kim başlattı bu gerginliği sorusunun net bir cevabı bile verilemez hale geliyor.

Çocuklu hayata girdiğinizde, zaman zaman sorunlar, gerginlikler vs vs azalacak olsa da bitmeyen bir yola girmiş oluyorsunuz. Emdi mi emmedi mi, aç mı doydu mu sorularıyla başlayan süreci, önce diş sonra çiş takip ediyor. Edilen şikayetler, bahsedilen sorunlar, yürüdü mü, konuştu mu sorularıyla pekişecek, ay hiç susmuyor, pek de yaramaz hiç yerinde durmuyor şekilde evrilecek. Sonrasında da bitmiyor ve biliyorum bitmeyecek, her dönem bambaşka güzellikleri beraberinde getirecek ama o güzelliklerin sıkıntısız tadına varılmaz dercesine o an büyük gelen ama aslında küçük sıkıntılar koyacak yanına. 

Benim tecrübelerim şimdilik üç yaşa kadar o nedenle sadece "şişşşt daha küçük yaş çocuklu anneler üç yaş çok güzel gelsenize" diyebilirim J

21 Şubat 2018 Çarşamba

Daha iyi olabilir miyiz?

Biz ne zaman bıraktık karşılıksız iyilik yapmayı ya da yapacağımız iyilik için önce kendimizi düşünmeyi. Annemlerin bana anlattığı, onların çocukluklarında yaşadıkları şimdi gözlemlediğimden çok başka. İyilik yaparken bile kendini ön plana çıkarmak ne zaman ortaya çıktı, ne zaman daha popüler olmak için, desinler diye iyilik yapar olduk. Ne zaman iyilik yaptığımızı göze sokmaya başladık, hani sağ elin verdiğini sol el görmeyecekti.

Herkesin önce kendi çocuğunu düşünmesini anlayabiliyorum da sadece kendi çocuğunu düşünmesini ben anlayamıyorum,  etrafımdakilerin de pek anlamlandırdığını sanmıyorum. Aslında mevzu çocuk da değil sadece, nasıl oluyor da sadece ben/biz diyebiliyoruz. Herkes bencillikten şikayet edip bu şikayetin odağını nasıl sadece kendine çevirebiliyor, nasıl söz konusu kendisi olduğunda bencillikten yakınıp bencilce davranabiliyor?Aracı kullanarak yardım yapmayı anlamsız buluyor olabilirsiniz, bütçenizi bu şekilde ayarlamak zor olabilir, yoktur mesela, yapacağınız yardımı maddiyata dayandırmıyor olabilirsiniz ya da hatta yardım yapmak istemiyor bile olabilirsiniz ama yardım postlarının altında "benim çocuğuma", "ben kendime", "oğlumun okuluna" gibi sadece ben merkezli cümleleri kuramayız, kurmamalıyız. O zaman o iş ne yardım oluyor ne iyi niyet. Kimse kusura ama bakmasın yapılanın da bencillikten başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. 




İyilik dediğimiz şey inanılmaz bulaşıcıyken fellik fellik kaçanlara anlam veremiyorum. Valla iyilik yaparım diye içleri gidiyor bazı insanların. He zaten yaptığında da aylarca falan konuşuyor o ayrı. Verdiğim örnek maddi odaklı olsa da aslında tek söylemeye çalıştığım maddi bir destek olmak veya maddi değeri olan şeyleri vermek/göndermek değil. Fikren iyi olmalı önce insan. Bir şey yaparken ilk aklına peki ben bundan ne kazanacağım gelmemeli aklına, yarın bir gün benim de başıma gelirse diye düşünmemeli, benzer şekilde de iyi bakmalı etrafa, her yapılanı kendine yapılmış bir kötülük olarak da görmemeli. Nasıl ki iyilik bulaşıyorsa art niyet de kötülük de aynen öyle çünkü. Dünya iyi bir yer değil belki de hiç bir zaman iyi olmadı zaten ama biraz da dünyayı suçlamak yerine bir dönüp kendine bakmalı insan. Bunca bencillik etrafımızı sarmışken insan o kara bulutların arkasından çıkacak güneşe hasret kalıyor bazen.  Kendi küçük çevremizde sağlayabiliyoruz belki o aydınlığı bunu ama o da her zaman tatmin etmiyor işte. Birileri iyilik yaparken sessiz kalabilirsiniz, destek olmayabilirsiniz ama kürekleri geriye geriye çekmek neden? Bir gün benim başıma gelirse diye yapılan yardım yardım mıdır gerçekten? Bu sorular bir tek benim ki kafamı kurcalıyor? 

Belki de şimdi düşünme vakti gelmiştir. Daha iyi bir dünya isterken acaba asıl istediğimiz birileri benim için dünyayı daha iyi bir hale getirsin, mümkünse bu süreçte bana bulaşmasın mı?




30 Ocak 2018 Salı

Çocukla evden hızlı çıkmanın 5 yolu

Kilit ve iddialı cümleler vardır ya, muhteşem ebeveynliğin yolları, çocuk varken kendine zaman ayırmanın yolları ya da benim yazdığım gibi çocukla evden hızlı çıkmanın 5 yolu gibi...

Keşke ebeveynlik böyle bir şey olsa, madde imleri şeklinde yazsak böyle bir word dosyasına sonra herkes uygulasa dursa. Gerçi bu sefer de aman ne sıkıcı diye şikayet edenler olacaktır. Neyse zaten de çocuk varsa o madde madde sıraladığınız şeyler artık yok hükmündedir. Bu demek değil ki çocukların bir düzeni olmaz, demek istediğim şu, bu düzen arada şaşar, bazen yemek yemez, bazen uyumaz bazen giyinmez bazen de çocuk tam anlamıyla pamuk olur. Bunu baştan böyle kabul edince ebeveyn olmak da bir anda kolaylaşır.


Bizde anne babanın istekleri o kadar önemlidir ki, çocuk bir yerden sonra unutulmaya başlanır. Misal çocuk arkadaşına vurduğunda deriz ki ama ben çok üzüldüm bu yaptığına, vurmanın yanlış olduğundan neden vurulmaması gerektiğinden bahsetmeyiz bile, ya da yemeğini bitirdiğinde çok mutlu oldum deriz, çocuk karnını doyurmak için mi yemek yiyecek annesini mutlu etmek için mi diye düşünmeyiz. Sonra bakmışsınız ki çocuk da kendini unutmuş, annesi üzülmesin diye isteklerinden, babası kızmasın diye savunduklarından vazgeçmiş, sırf karşısındaki mutlu olsun diye istemediklerini yapmaya başlamış. Süreçte bunlar hiç bir zaman fark edilmez ama uzun vadede zarar verir ne yazık ki. Uzman olmamakla birlikte çocuklara yapılan ne kadar anlayışlı benim kızım, çok uyumludur benim oğlum aman da ne kadar güzel paylaşır oyuncakları gibi atıfların da çocukların üzerinde oldukça büyük bir yük oluşturduğunu düşünüyorum. Hatta bunun ergenlik döneminde ailelerin çocuklara "ben sana çok güveniyorum" tarzı bir baskıdan farklı olduğunu da düşünmüyorum. Bu nedenle bu tarz pekiştireçleri tek başına kullanmak yerine, davranışın sebebini anlatıp, çocuğun bunu dikkate alıp almadığını gördüğünüz noktada pekiştireçler devreye sokulabilir.

Çocuklar belli dönemlerde önce giyinmeyi sevmezler sonra soyunmayı, bazen bir kıyafete takılır günlerce sadece onu giyerler. Bu kıyafet bazen eski bir body bazense yeni aldığınız bir elbise olabilir. Bu konuda problem yaşıyorsanız belki de sorumluluklarımızı biraz da net hatırlamakta fayda var. Ebeveyn olarak çocuklarımızı güzel, uyumlu giydirmek diye bir sorumluluğumuz yok, sorumluluğumuz temiz ve mevsime uygun giydirmekle sınırlı. Hani o başlıkta yazdığım evden hızlı çıkma mevzusu bu şekilde çözülebilir. Elbette bir çocuğa uyan ötekine her zaman uymuyor ama her çocuğun korkutmadan, inatlaşmadan, tehdit etmeden, kıyaslamadan ya da zorlamadan bir yolu vardır. Çocuklarımızdan duyduğumuz cümlelerin büyük çoğunluğu bizlerin yansımasıdır, kıyaslanan çocuk kıyaslamayı, tehdit edilen çocuk korkmayı veya korkutmayı, her istediği koşulsuz yapılan bir çocuk ise dünyanın kendi etrafında döndüğünü öğrenir bana kalırsa. O nedenle bir aynaya bakar gibi bakmalıyız belki de, yansımamızı kendi istediğimiz gibi şekillendirmek için değil ama sebebi bulmak için.

Bir seri kitap aldım Arya için Leyla Fonten'den Masallar diye. Aslında çocuk kitabı ama büyüklere ders niteliğinde yazılar var içinde. Belki biraz onların hikayelerinden okuyup onların güldüklerine gülerek, yapmak istediklerini/istemediklerini anlayarak ya da olaya bu çocuk neden böyle demeden önce bir de başka açıdan bakarak, çocuk olduklarını unutmayarak daha kolay bir hale getirebiliriz. Çocuğunuz çok mu inatçı misal, şöyle diyor 👇İnatçı Kirpi Mina'nın hikayesinde :)